13 Mart 2012 Salı

G A F L E T U Y K U S U N D A N U Y A N I Ş

( TE'VÎLÂT-I KÂŞÂNİYYE’den)

Sabah, uyanış,

Gözüm açıldı, tavandaki saati gördüm. Yeterince uyumuşum.
Nasıl oluyor dedim, düşündüm. Sessiz ve karanlık yatak odasında uyurum. Yaşam o
kadar doğal ki fark etmek için analiz gerek. İnsan incelenmeye değer. Çok
kavramı içerir. Ben bir alemim. Düşünmek için gayrete gerek yok. Düşünceler peş
peşe geliyor. Hadi şunu düşüneyim dersen, onunla ilgili bilgiler gelip geçiyor.
Nereden geçiyor, niçin ve nasıl?

Hareket,

Gözüm açıldı gördüm, saatin kaç olduğunu anladım. Biraz
önce ne olup bitiyordu hiç bir fikrim yok. Uykuda ne yapıyorum bilmiyorum.
Kendi sesime uyanırsam horlamışım derim. Tam bir bilinmezden, bilmemekten,
bilinçsizlikten bilmeye ve anlamaya geçiş.
Uyandım diyemem. Karar verip uyanmadım. Dışımdan biri de uyandırmadı.
Uyanıklığı idrak ederiz.

Alem de sabahın kör karanlığından güneşin doğuşu ile
aydınlığa çıkıyor. Doğal olarak tüm görünmezlik görünür oluyor. Ama bir gören
olmazsa gene de görünmemiş olur. Alem de aydınlanınca, uyanınca, benim gibi,
zamanı ya da geçmiş geleceği düşünür mü? Düşünmezse, aramızda fark var
demektir. Görmek, sanki doğa üstü. İdrak gerek. Taş taş olduğunu, bitki ve
hayvan kendini bilir mi? Başkasını gören bir hayvan kendinin de başkaları
tarafından görüldüğünü anlar. Durumuna göre ya kaçar ya da kovalar. Bitki ise
ışık ile harekete geçer çiçek de açar, oksijen karbondioksit alışverişine de
geçer. Karanlıkta da hareket vardır, ama, onlar da ışığın olup olmaması haline
göre olur. Karanlık yoktur çünkü, ışık ya vardır ya da yoktur. Işığın olmama
haline biz karanlık deriz. Hareketi ışığa bağlamak doğru olur. Işık yoksa biz
de yokuz. Biz ışık yaymayız varsa varız ve yansıtırız. Kendiliğinden mevcut
olan bir şeyi kullanırız sadece. Işığa çok bağlı ve bağımlıyız.

İş yapmak,

Işık varsa ısısı da vardır. Hareketin nedeni sıcaklık da
olabilir. Bir gevşeme, uzama, gerinme gibi bir büyüme kendiliğinden olur, biz
buna doğal deriz. Bitkinin büyümesi, ışığı farkedip yeşil olması, dal ve
yapraklar verip çiçek açması sadece harekettir, doğal bir hareket. Ancak,
birisi bunu bekliyor ise çiçek ve meyvesi için yetiştiriyorsa hareket bir “iş”
olur. Sanki iş yapmak sadece insana özgü. Hareket doğaya özgü. Hareket sıcaktan
ya da soğuktan, iş ise insanın, insandan! Düşünceleri de doğal akışına bırakınca
biri ötekini doğuruyor. Birinden ötekine geçiş doğal olup, akıp gidiş oluşuyor.
Ama belirli bir amaca ulaşmak için düşünceleri de tutup yönünü degiştirmeli.

Ben yine de sabah ve uyanış üzerinde analizi sürdürmek
istiyorum. Yeterince uyuyup gözüm açılmıştı. Uyandım dersem olmaz. Belki de
uyanmak bedenin doğal bir hareketi. Ben karar verip, hadi uyanayım deyip gözümü
açmadım. “Gözüm açıldı” desem bunun da nedeni, nasılı düşünülmeli. Kim
tarafından açıldı gibi. Açılmasından sonrası kolay. Ben hemen üstlenirim
gerisini. Kalkış benden, temizlik ve giyiniş tamamen benden. Hareketlerin işe
dönüşümü alemde, doğada nasıl oluyorsa, ben de bir alem olarak aynı. Ama,
düşünme bile, kaybedersin!

Yasak, sanki zevki artıran bir şey. İnadına düşünesi
geliyor insanın. Neyi, ne kadar kaybederim, kim kazanır... ben de bir alem
olduğuma göre ben kaybedersem alem kazanırsa kayıp yok demektir. Kayıp da
kazanç da benden bana. O kazanırsa, ben de bir miktar o isem, alemde olduğu
gibi, yine kaybım olmaz.

Beşer (ins !), İnsan adayı,

Hareketler doğal, işler beşerî. Bunu anladım, idrak bile
ettim. Hareket ettiğim için ben bir “şey”im ve iş yaptığım için de ben bir
“beşer”im, beşer birşey! Beter olmasın da. Ben doğal bir beşerim. Ayetteki
gibi: “Rahimde ters tutunup duran bir su damlasından olan insan veya insan
adayı” bu olmalı. Baharda toprağı yarıp çıkan bitkiden farkım omadığı buraya
kadar çok doğru. Dört ana sır olan, belki de “anâsır” demeliydim, toprak, hava,
ateş ve su elementlerinin alemde oluşturduğu doğal hareketler ile sınırlı
kalsaydım diyecek birşeyim olmazdı. Desem bile kim duyardı. Işık varsa
aydınlıkta, ısısı da varsa sıcaklık veya soğuklukta genişler veya daralır
hareket ederdim o kadar. Yoğunlaşır su, donar buz, erir sıvı, buharlaşır gaz
olurdum. Olurdum, tabii ki olurdum, doğal olarak olurdum, şeklen insan olurdum
da bilmezdim belki ne olduğumu.

Bitki olur arzdan arşa doğru büyürdüm, yok yok bir yerden
bir yere giderdim, aşağısı veya yukarısı demek bile bir bilgiyi gerektirir.
Hayvan olup kaçıp kovalamak da sınırlı. Sınırlı olan doğal oluşumların
ötesinde, bana yine de doğal gelen hareketler toplamından oluşan işler var. Bu
işleri yapmak bir bilinç gerektiriyor. Doğal uyanıştan sonra beşerî hareket ve
işlere geçiş bir hamle olabilir. Bu atılım, hareketi işe dönüştürür. Onu değil
bunu yapmak, önce düşünüp sonra uygulamak. Öncesi ve sonrasını düşünmek.
Çevreyi tamamladığını ve tam anladığını düşünmek bitki ve hayvandan farklılık
yaratmaya değer. Her beşer bir insan adayıdır ve bir ismi vardır.

“insanın doğasında var ...” diye söze başlamak, alemin
doğasından insanın doğasına bir yüceliş. Önemli derecede bilgi birikimi ve
bilinç oluşumunun üzerine oturmuşuz. İnsan olarak, insanlığa sığan sığmayan,
yakışan yakışmayan eylemler diye diye yol kat edilmiş. Alemi bilmek ve doğaya
uymak yerine değiştirme aşamasına gelmişiz.

İnsan,

Sanırım buraya kadar üzerinde durulan konuları şöyle
özetleyebiliriz. Doğal eylem ve hareketler üzerine önce bir “beşer”, ins, insan
öncesi bir “şey”, sonra da bir “insan” sıfatını oturtmuşuz. Yani, Ef’al
(fiiller) kaidesi üzerine bir isim ve sıfat dikilmiş. İkinci aşamada ise,
“insanlık” gibi bir de “kişilik” geliştirmişiz. Bir kişiye aşağıdan vurmak
isteyince “sen insan bile değilsin” deyip sıfatını geri alabiliriz. Bir
başkasına da yukarıdan vurmak gerekebilir “sen insanlıktan nasibini
alamamışsın” denebilir. Şimdi oldu olacak elimizdekileri bir büst, bir abide,
bir heykel gibi dikip karşımıza alalım : beden+suret+ruh. Ben yapamadım, eminim
herkes benden daha iyi yapabilir bu işi. Olmuşken akıllı bir şey olsun! İnsan,
insanlık sıfatına layık olmalı.

İnsan, özel olarak ele alınıp incelemeye değer. Doğanın
doğal hareketlerinin akıl ile yönlendirilip yaşama bilinç katma katkısı
insandan. Tek hücreliler de yoktu evvelinde. Doğa, inorganik ortamdan organik
ortama geçmeyi becerdi. İnsan da taklit etmekten tahkike geçişi beşer olarak
başardı. Doğanın ve üzerindeki yaşamın evvelinden bugününe kadarını kapsayan
bir bilince ulaştı.

İnsanı insan yapan her şeyin söz konusu bilince katkısı
var. Karnı doyunca sırtüstü yatıp gökyüzündeki bu ışıklar da nedir demesinden
başlar insanın düşünmesi. Gözüm açılınca tavandaki ışıkla düşünmeye başlamam
gibi. Bilgiyi nesilden nesile geçirmesi, bunu okullar sistemiyle
kurumsallaştırması, en sonunda “biz de maymundan geliyoruz” demesi gayet doğal,
makul ve mantıklıdır. Akıllı da olsa insan, beş duyusu ile algıladığı için
“beşer”dir ve şaşardır da denilebilir. Altıncı his “sezgi” “evvel”de henüz
yerini almamış sanırım, ama, “ahir” onun üzerine inşa edilecek gibi. Aklu-hikmet
deyince sanki akıl hikmetin tutulacak yeri, belki de sapı. Hikmet belki de
aklın “ışın kılıcı”!

“Big Bang” olmuş. Boyutu sıfır, kütlesi sonsuz olan ve
“H” harfiyle remzedilen bir ve tek “şey” bir patlamış pir patlamış. Bügün ne
var ise hepsi aynı yine bir ve tek imiş. Toplasak, toplayıp toparlayabilsek,
eski haline sokabilsek belki yine o “H” yi elde edebiliriz. Henüz
patlatabildiğimiz atomu eski haline koyamıyoruz, ama, bu gelecekte de aynı
olacak ve koyamayacağımız anlamına gelmez.

Gittikçe genişleyen evren, tamamen “H”den. Bu öyle bir
madde ki her malzememizi de bundan yaparız. Dünyanın bir köşesinde elimize
geçirdiğimiz bir maddeden eldeki malzemelerle neler yaptığımıza bir bakalım.
Marifet bizde mi, malzemede mi yoksa madde mi? Alet işler el övünür! “H” bize
gebeydi yoksa bugün biz olmazdık. Biz patlamada batın, “giz”li idik yoksa şimdi
zahir olmazdık. Akıl işte, gider de gelir de ve böyle bile düşünür de!

Akıl, İnsanlık,

İnsan olarak aklımızdan memnunuz. Akıl, verilmiş en büyük
nimet! Onun sayesinde, şefkat, merhamet, sevgi, saygı, iyilik, doğruluk ve
güzellik nedir biliriz. Akıl için sınır koymak zor. Benden aleme, yerden göğe,
bedenden ruha çıkması için, gidip gelmesi için zamana da ihtiyacı yok.
Aklımızla övünür, gurur duyarız, sata sata bitiremeyiz. ‘Ben’imizi aklımızın
üstüne oturtmuşuz, ben büyüküm, hem de herkesten, deriz. Para etmese de satmaya
bakarız, istemeden de olsa alsınlar isteriz. Aklın yolu bir, bak, dediğim senin
de aklına uygun, deyip zorla akıl veririz. Aynısından onda da olduğunu bile
bile bir insan bunu niye yapar?

Bazen aklımız bizden gidiyor, akılsız kalıyoruz. Duruyor
ve çalışmıyor. Gider uzun zaman gelmez. “Aklım başıma geldi, ne yaptığımı o
zaman anladım” dediğimiz olur. Aklımıza güvenmek akıl kârı mıdır belli değil.
Bir kenara yazmak en iyisi de, yazdığını da akıl etmek gerek. Akıl gidince
üstündeki ‘ben’ evlere şenlik! Neşe kaynağı. Gülen gülene. Akıllı insan
akılsıza güler mi hiç? Akıllısı ne ki akılsızı ne olsun?

Aklın gidip gelişi sınırsız, zamansız, mekânsız. Anladım,
akla akıl sır ermiyor. Peki, üstüne üstlük demek gerek, akla geliş gidiş
nereden ve nasıl? Sınırsıza sınırsızlığın ötesinden mi gelir bir mesaj? “Aklıma
geldi, bak ne diyeceğim” dediğimizde akılsız bir lâf mı etmiş oluruz? Tutup
getirdiğini, doğadan söküp çıkardığını, birleştirip yeni oluşturduğu bilgileri
depo ettiği, hafıza gibi, bir yer mi var yoksa? Aklın işleyişine katkı
sağlayan, kolaylık sağlayan, işleyişinin sağlamasını yapan, hayal etme gücü,
vicdan, şefkat, merhamet gibi yazılım esaslı, mana alemi kökenli, şuur ve
şuuraltı denilen dizi duygusal katmanlar, baloncuklar veya kesitler vardır.

Sevgi, Aşk,

En belirgin veya en yoğun yaşanan duygular da belki sevgi
ve aşktır. Hatta, aşk aklın bir ötesi de olabilir, aklın durduğu yerde aşkın başladığı
düşünülebilir. Elinde, kontrolünde olan ile olmayanı ayırt etme gücü, akla,
karşılık verme gücü sağlar. Kendine verilen bir şeyin karşılığını vermek
istemesi akla en uygun gelen özelliktir. Ya kendisi elde etmek ister ya da
karşılığını ödemek, teşekkür etmekle de olsa.

En büyük nimet de olsa aklın “verilmiş” olmasında bir sır
olmasın? Veren niçin vermiş, nasıl, ne yönde kullanılmak üzere vermiş diye
düşünmek mi gerek acaba? İşi temelinden, kökünden değiştirmeli, akıl verilmiş
değil azmiyle cezmiyle geliştirilmiştir. Günlerden bir gün derin derin
düşünürken aklı biz bulduk. Doğadan kurtardık, yıkadık temizledik, arındırdık,
besledik büyüttük beynimize yerleştirdik. Nasıl fikir?

Akıl akıl olsun da önce kendini bilsin, aşk ile sınırını
çizsin. Anadan doğma mı, çekirdekten yetişme mi, yumurtadan çıkma mı? Valla ben
onu bunu bilmem, ne idüğü belirsiz, kendini bilmeyen şeyi kafama sokmam
denebilir mi? Benden habersiz gidip gelen, nereye gittiği, ne getirdiği
bilinmeyen için nasıl olur da ben yetiştirdim, hiç de mucize falan değil,
çalıştım çabaladım aklım oldu denir? Şişeden çıkarmış bulundum artık üzerinde
kontrolum kalmadı desek akıl için de olur mu? Cini nasıl çıkaran çıkarmışsa,
akıl da böyle mi oldu? Nasıl olmuşsa olmuş, iyi olmuş. Şimdi aklı kullanma
zamanı.

Din insanın ilkelliğinden mi, mükemmelliğinden midir ?
İnsanın ilkel, ilk el, ilk elde bulunuşundan, evvelin başında da oluşundan
belki. İlkellik ile mükemmellik, delilik ile dahilik, yazı ve tura, madde ve
mana, beden ve ruh gibi midir ki? İki kavsin bir noktada birleştiği, halk ile
Hakkın vuslatı gibi mi? Batıl yani hak olmayının gidişi ve hak olanın zahiri
mi? Güneş gidince mi, dikilince mi gölgeler yok olur? İki halde de yoktur ama
güneş varken güneşe arkasını dönen gölgesini görür. Hakkın nuruna arkanı
dönersen rüya da görürsün kabus da kim bilir. Din, zaten, kız çocuklarını
gömenlere ve/veya “kız çucukları gömüldüğü için indi” diyenlere değildir ki! Aynı şekilde, bilimsel analizler yaparken maddenin içinden başını kaldırıp “maddenin içinde hiç bir
kanıt bulamadım, büyük ihtimalle Allah yok” diyen olursa, birinin de onu
“otlayan ineğin böğürmesine” benzetme hakkı doğabilir.

Din insan içindir, üstelik akıllısı için, hem de ne kadar
akıllı ise o kadar. Din, doğal oluşumlardan sonra, insanlığın üçüncü ve son
aşamasının bir yaşantısıdır. Doğal olan doğum ve gelişim insanlığın birince,
çocukluk aşamasıdır. Çocuk taklit eder. Öğrenme başlayınca, düşünme, inceleme,
tahkik başlar. Çevresini ve kendisini bilmeye başlama evresi gençlik dönemidir. Hareketi işe çevirme basamağıdır.

İnsan beşer, ins, yalnız “insan” ismi ve şekliyle insan olmuştur, sınama
yanılma devresindedir veya insan adayıdır. Olgunluk çağında oldukça yeni ve
önemli yetenekler kazanılır, erdem sahibi olunur. Bu çağda yapılan işlerin de
insanlığa, insan sıfatına uygun, insanca, severek yapılması önem kazanır,
üçüncü basamaktır.

Akıl ile sevginin işbirliği yaptığı en önemli alan
“inanç” olmalı. Aşk aklı başından alır, gözü kör eder, gurur bırakmaz, teslim
alır insanı her şeyiyle. Din de zaten teslimiyettir. Aklın tevhidi teslimiyetle
aşka dönüşmüşse “vuslat” olur. Üç adımda tüm yol katedilmiş, sonunda olgunlaşıp
teslim olunmuştur. Önce küçük bir adım, sonra biraz daha büyük adım ve son olarak
büyük ve uzunca bir adım belki de !

Ölüm, Kalım,

Gelirken, gelince nereden geldim demeyen olabilir. Ama,
giderken nereye gidiyorum demeyen olabilir mi? Olgunlaşmış bir kişinin,
örneğin, ölüm gerçeğini görüp idrak edince, nereye gidilir, nereden gelinir,
neden böyle gibi sorular sorup cevaplamaya çalışmaması olur mu? İnsan ve
insanlığın gelişimi paraleldir diyor Atamız. Hatta ilave ediyor: “insanlığın
çocukluk ve gençlik çağlarında kulları ile dolaylı, yani, bir elçi vasıtasıyla
temasa geçen Tanrı, insanlığın olgunluk çağında doğrudan temasa geçebileceği
için peygamberlik dönemine son vermiştir”. Bireysel düzeyde kendimize
sorabiliriz: “Eğer bugüne kadar bana dinsel mesajlar gelmemiş olsaydı bugün ben
arar bulur muydum, gidip alır mıydım?

Mesaj – çağrı - oku !

“Akıllı olana” kaydı ile, akıl için gelen mesajlardan birisi ve ilki oku!

Bu mesajın indiği ortamda bir kitap olmadığı da biliniyor. Akıl, oku emrini aldığından beri çok değişti. Her şeyi yerli yerine oturttu. Yukarıda cevapsız bırakılan sorulara cevap buldu, kendini bildi!
Kendini hediye olarak kabul edene de kendini bildirdi. İnsan, daha önce
yükselmişti. Yükseklere çıkmış, kuş gibi uçmuş, evrenin sınırını keşfetmiş
olabilir. Ancak, kendini bilerek, yükseklikten öte, yüceldi! Madde evreninde
yükselmesinin yanında manâ aleminde yücelmeyi başardı. İnsan, Adem oldu! Bir
dem idi, belirli bir kesafet, yoğunluk, demlilikte idi, yücelerek ademiyete,
yokluğa erdi! Bu durum insan için ikinci doğuş, yeniden diriliş gibi. İkinci
ölüş denirse akla yatkın olmaz. İlk doğuştan ölmeden ikinci doğuşu doğal karşılayan
aynı akıl değil belki.

İşin sırrı tam da burada. Akıl dahil her şey var, ama, bir sürü de cevapsız soru var. Nereden gelip nereye gidiyoruz, yaşam nedir, amacı nedir, herşey insan için insan ne için, gelişim sonucu bitkiden hayvan olur, peki insandan ne olur? Ben buldum, kendimi buldum, bildim, oldum desek, herkes ve herşeyin ben deme hakkı vardır desek, var olan yalnız ve sadece
kocaman bir BEN’dir desek! Ben deyince küçük benliğimizi kastetmeden, ikilik
yaratacak bir benlik düşünmesek olur mu?

Olmaz diyenleri duyar gibiyim. Benim bir ismim var, bir işim var, bir kişiliğim var. Hareketlerim bana özgü, adım ve soyadımla ben bir taneyim. Kişiliğim desen herkesten farklı ve üstün. Tavuğun bir “derisi” vardır bir de “gerisi”. Derisinden geri kalan ile derisi tavuğun bütünü eder. Biz öyle değil, bir ben var bir de alem eder iki! Ama, sen bir alemsin desek, evet ben
ayrı bir alemim, ben alem ederim ama alem ben etmez diyebilir. Bu nasıl akıl,
bu nasıl hesap, akıl sır ermez! Tavukta hepsi bir ediyor bize gelince iki. Sen
kopuk musun (doğadan)? Desek kızar. (Dünyanın) ayı mısın? Ayrı mısın? Gayrı
mısın? Doğayı bir sayarsak sen nasıl ikinci oluşturursun? Oluşur oluşur, benim
efalim sıfatım zatım, yani fiillerim, işlerim, sıfatlarım ve kişiliğim vardır,
ben başlı başına bir alemim der. Bunu diyen akla mektup var!

Bazı düşünürler “şeriat, tarikat, marifet ve hakikat”
veya “şartlar, yol, bilgi ve gerçek” demiş, kelimeleri ortaya koymuş, biz bu
kelimelerden bir cümle yapabiliriz, “koşullar ne olursa olsun (doğru) yolda ol,
bilgi edin, hakikate er” denebilir. Isınınca genleşmesi maddenin doğasında var.
Hatta, maddenin soğukluğunun ve karanlığının, gece denmesinin nedeni, ısının ve
ışığın maddenin içine gurub etmiş olmasından, onun içinde ‘giz’li, batın
olmasından. Bunları açığa çıkarmak için ‘Atom’u patlattık. Sıra ‘eşya’dan
hakikat güneşini çıkarmakta !

Şehadet,

İmanın şartı şehadettir, “şahit” olmaktır, sadece lafta
kalmamalı. Hem hal ile hem de kal (söz) ile ikrar edilmeli. Diğer bir deyişle
hem söyleyip hem de yaşanacak bir bilgidir bu. “Dinde zorlama yoktur !” (2.1),
sabah güneş doğunca insan nasıl görürse dini mesajlar da akıl için o kadar
kolayca anlaşılabilir düzeydedir. Bu nedenle düşünen akıl sahibi bir insanın
uyanışı güneşin doğuşuna benzer. Hareket, iş ve işlemlerinin bir kaynağının
olduğunu, her hareketin bir nedeninin olduğunu anlar. Fiillerin idraki bir
sıfattan kaynaklandığını anlamayla başlar. Çıkışın kaynağı bir yarılıştır,
öreneğin, karanlığı yaran aydınlık, cehaleti yaran bilgelik veya karanlığın
yarılışından aydınlık, cehaletin yarılışından bilgelik çıkar.
(KUL E’UZÜ BİRABBİL FELAKI) (113.1) (Y.N.Ö.) De ki: "Yarılan karanlıktan çıkan
sabahın Rabbine / yarılışlardan fışkıran oluşun Rabbine sığınırım!...
( TE'VÎLÂT-I KÂŞÂNİYYE’den)
İnsanın hayatta bir seyri vardır. Belli başlı deneylerden ve aşamalardan geçer.
İnsan, cahilden, cehaletten kaçar, bilmek, öğrenmek, bilenler ile beraber olmak, onlarla konuşmak ister. Bilme isteği, bilgisizlikten bilgeliğe sığınmaktır, Allah’ın alim ismine sığınmaktır. Birşeyden kurtulmak için önce bunu istemek ve gereğini yapmak şarttır.
Bir şeyin daha iyisini isterken, daha iyi olmayanın da idrakinde olmak gerek. Yani
birşeyin daha güzeli veya çoğu mümkün olmadıkça eldeki ile yetinilir. Mevcut
ile yetinmek, kanaat etmek daha iyisini aramayı durdurmamalıdır. İyiden daha
iyiye geçilir, bu da bir sığınıştır.

Çocuklar kendi aralarında oynarlarken hiçbiri diğerinden sıkılmaz veya halinden şikayetçi
olmaz. Ancak, çocuklarla beraber olmayı isteyip de aralarına girmiş olan bir
büyük, zamanı gelince ayrılmayı da bilir. Çocukluğun, çocukluk olduğunun idraki
içindedir ve esas yerinin başka olduğunu, kendisinin bir büyük olduğunun
bilinci içindedir. Sürekli çocuklarla birlikte kalması ve çocukluk etmesi
canını sıkabilir, sıkılabilir, kendisine ve büyüklüğüne zarar verir.
Büyük, zamanı gelince büyüklüğüne sığınır.

Samimiyetle talebelerinin arasına girmiş olan bir öğretmen, fazla kaldığında, lâubalilikle
karşılaşabilir. Buna sebep olmamak için her an diğerlerinde olmayan “öğretmenlik”
sıfatına sığınabilir. Cahil ile arkadaşlık edip ona yardım etmeye çalışan bilge
kişi bir süre sonra cehalet karanlığından bilgeliğin aydınlığına çıkmak
isteyecektir.

Bedensel zevklere meyli olan bir kalbin bunlara dalıp gitmesi, sonuçta zararlı olacak beden
gecesinde kalmasını doğurabilir. Ancak, aklî, ulvî, uhrevî ve manevi zevklerin
derinliğine ve güzelliğine dalmış, bunları zevketmiş bir kişi, uzadıkça acı
vermeye de başlayan bedensel ve dünyevî zevklerin karanlığından kurtulmaya,
ilâhi nurların aydınlığına çıkmaya, sığınmaya bakar. Bakmaz ise, bu zevklerini
kaybettikçe artık ne çıkmak ister ne de çıkabilir.

Daha iyi olmaya azmetmiş bir kişi o yönde iradesini kullanmaya kasteder, azmeder, ancak, daha
kolay elde edilebilen zevklere dalarsa, nefsine uyarsa, azim ve iradesini
gevşetir, hayal ve vehimlere kapılır. Nefsin şerrinden (manânın yüceliğine)
sığınmasını, kaçmasını bilmeli, bunun kendisi için iyi olmayacağının idrakine
varmalı.

Halkın arasına girmek, halk ile halk olmak, onlardan biri gibi davranmak, sıradan bir insan gibi
olmak, yetişmiş, olgun bir insan için de mümkündür, ama, yerinde, dozunda ve
zamanında.

Dünyada daha çok şeye sahip olma, yeme içme, şehvet gibi nefsani zevklerin verdiği huzur ve
mutluluk eğer kalpte yerleşirse kalp artık ilmin aydınlığından, “ilâhi nurun
doğuşu” zevklerinden mahrum kalır.

113 Felak suresinin özeti:
a.
zat güneşinin doğuşundan önce oluşan, sıfat tecelliyatı
nurunun-aydınlığının gerçekleşmesi için madde,
beden, vücut gecesinin şerrinden, (Hakikat güneşi maddenin içine grub
ettiği için madde kara, karanlıktır, gecedir !)
b.
manâya, manevi zevklere yücelmeye, daha iyi-doğru-güzele
gitmek için gösterilen azim ve iradeye bedensel zevklerin vereceği hayal ve
kuruntuların şerrinden,
c.
kalbî ve bedensel yaşamın sağlıklı yürütülmesine zarar
veren nefsin şerrinden,
korunmalıdır.

(aslında karanlık kendi başına var değildir, ışığın,
aydınlığın olmaması halidir. Gece insan nefsine uyar, karanlık ve uyku insanın
gaflete düşme halidir. Gaflete düşmesse eğer uyanıktır, aydınlıktır. Bilgili ve
uyanık olması yeterlidir!)

Müşahade,

(Ef’al Tevhidi : [3 Âli İmran ])
Ayet 127 :
İnancı güçlendirmek, inkarı zayıflatmak veya bilmeyi artırmak, cahilliği azaltmak için
yapılması gerekenler her insanın kendi gayretine, çalışmasına bağlıdır.

128 :
Öğrenmek için çalışanlara yardım eden melekler vardır,
yani, öğrenmek isteyenin öğrenme yeteneği artar. İlmi öğrenmek istemeyen kişi
için başkasının yapacağı bir şey yoktur. Gayret göstermek bireyseldir, kişinin
kendisine kalmıştır. Peygamberin görevi sadece bildirmektir öğrenip uygulamak
kişinin çabasıyla olur. Çalışırsa öğrenme yeteneği, uygularsa uygulama
yetenekleri gelişir, melekeleri artar, melekler yardımcı olur.

130 :
Rızkınızın Allah’tan olduğunu bilin ve miktarına razı
olun, O’na sığınmak, O’nu vekil tayin etmek yeterli ve gereklidir.
Mallarınızı Allah’a, daha fazlasını talep etmek üzere
vermeyiniz, O’nu sevdiğiniz için, rızasını almak için, yakınlık için veriniz,
karşılık beklemeden, herhangi bir şart koşmadan veriniz.
(Faiz bunun için haramdır !)
İlahi rahmetin sizi idrak etmesi için karşı gelmekten vazgeçin.
Herşeyi O’ndan bilmenize engel olan (ikilik yaratan
benlikten oluşan) perdeyi kaldırın.

Yaptıklarınız, ettikleriniz yani fiillerinizin tümünün O’nun fiilleri olduğunu görünüz. Her hareketin kaynağında aynı güc ve enerji vardır. Hakk’ın ef’alini müşahade ediniz, kendi fiillerinizin diğer hareket ve fiillerden farklı olduğunu iddia etmeyiniz.
Kendi ef’alinizi görmek suretiyle, bir kısmınıbenimseyerek, kendinize ait olduğunu iddia ederseniz, mülk aleminin yani bu dünyanın ef’al tecellisi olduğunu göremezsiniz, tevekkül edemezsiniz, perdelenmiş olursunuz.

Tüm kesret aleminde işleyenin bir ve tek olduğunu,
hepsinin Hakk’ın fiilleri olduğunu görün, idrak edin, müşahade edin,
gözlemleyin, şahid olun.

133:
Cennetin genişliği yer ile göğün genişliği kadardır !!!
Çünkü, efal aleminin tevhidi mülk almenin tevhididir,
ama, eni ve boyu arz aleminde sınırlı olsa da üçüncü boyutuyla sınırsızdır.
Fiil, sıfatın göründüğü yer; sıfat da zatın göründüğü
yerdir. Her yapılan iş bir sıfat altında yapılır, örneğin, her işin bir amacı
vardır ve anne baba olarak, öğretmen olarak yapılır. Ama, yaptığımız işlere
kendi kişiliğimiz damgasını vurur.
Sadece fiilleri görenler, sıfat ve kişiliklerden habersiz
olanlar cennetin arzını görür.
Sıfat ve zat ile O’na vasıl olanlar, erenler cennetin
sınırsızlığını, sonsuzluğunu takdir edebilir.
İşte bu cennet, perdelerinden sıyrılmış, efali Hakkın
gayrisine nisbet şirkinden sakınanlar içindir.
134:
Bu kişiler bollukta ve darlıkta infak edenlerdir, fakirdirler,
bütün işleri Hak’dan bilirler, öyle görürler, Allah’a tevekülleri nedeniyle,
bolluk ve darlık gibi zıd hal ve durumlarda bile sadaka vermekten (ben’i !)
çekinmezler. Böylece, kendilerine karşı yapılan cinayeti dahi “fiil-i
ilâhî” görür, kin ve gazablarını yutup itiraz etmeyerek, sıfat cennetinde ve
rıza makamında olurlar.
İşleri Hak’dan gördükleri ve Allah’ın cezasından affına
sığındıkları için, insanların zulüm ve kabahatini affederler.

Allah, bu şekilde, efal-i ilahiye tecelliyatını müşahade
edenleri, yani, “ne gelirse Hak’dandır” veya “neylerse Mevlam eyler, neylerse
güzel eyler” diyenleri sever.


Kalp–Beden–Nefs üçlüsünün uyumu için “114 Nas” suresi bir
ihtiyaçtır !

Şahid, müşahid, şehid,

Fiillerin kaynağı sıfatın idraki bizi sıfatların kaynağına götürür.
114 Nas (21): (KUL E’UZÜ BİRABBİN NASİ...) (SIFATTAN ZAT’a sığınış ! ), De ki :
“ben insanların Rab’bine sığınırım. İnsanın Rabbi tüm sıfatları kapsayan
zattır. İnsan, cemadat, nebatat ve hayvanat gibi, vücut mertebelerinin hepsini,
yani, oluşumun tümünü içerdiği için; ona
olgunluğunu, kemalini kazandıran Rab da “eşya”nın tümünü kapsayan ve “Allah”
tabir edilen zattır.

Bu nedenle, şeytana “lütuf kahır, cemal, celal gibi tüm sıfatlarımı içeren sıfat ile izhar
ettiğim Adem’e seni secde ettirmeyen, secdene mani olan nedir” diye soruldu.

İnsanın her işinin, her yaptığının, her ef’alinin bir sıfattan kaynaklandığı açıkca
görülür. Bunların en önemlisi de bilip bilmemekle ilgilidir. Alim olarak mı
cahil olarak mı iş yaptığı çok önemlidir. Bu nedenle, öğreten, bilgilendiren,
öğretici sıfatı içeren Rab sıfatına sığınılır. Öğrenmek isteyenin öğretmenine
teslim olması, hatta, “etim senin kemiğim benim” diyerek teslim olması, örnek
bir davranışdır.

Yani nâsın Rab'bi, nasın meliki ve sahibidir. Melik,
kendisinde hal-i fenaları itibarıyla, geçici, fena bulucu, yok olucu halleri
itibariyle, nasın vücudlarına ve işle­rine, insanın beden ve hareketlerine,
malik ve sahip olan demektir.

Hakikatde melik ancak zuhuru ile her şeyi kahr eyleyen
Vahid'il Kahhar'dır. Zahir olduğu zaman gayrısının var olamayacağı
niteliktedir.

Diğer bir deyişle, cahilin cehaleti yok olursa, yeni bir sıfat ile, alim olarak bir iş
yapılırsa, bu yapılan iş bir kişilik koyar ortaya. Alim insan cahilliğin
kişiliksizliğinden bilgeliğin kişiliğine sığınıp fani olduğunun idrakine
varınca “mabudu mutlak”a (ibadet edilene) sığınmış ve onda yok olmuş olur.
Mabudun Melik olarak zahir olduğu ve böylece, gayrısının da kahrolduğu,
anlaşılır.

Yücelişin bu aşamasında fani olan yerini baki olana bırakmış, kişi aradan çıkmış yaradan
kalmıştır. Kulluk makamının, yani, yaratılmışların yeniden oluşturulması
gerekir. Fani olan “fani”ye, evvelkinden farklı olan, ikilik yaratmayacak olan,
Hakkın vücudu verilerek tekrar vücud alemine döndürülür.

Ma'bud da ma'budu daim olmakla abdin ma'budu daime
istiazesi de (sığınması) da tamam oldu. Efal tevhidi ile başlayan yolculuk önce
sıfata oradan da zata, yani, herşeyin kaynağı kişilikte son buldu. Böylece,
insanın besmele çekerek Allah’a sığınması tamamlanmış olur.
Kendi vücudunun olmadığının ve hakkın vücudu ile tekrar kulluk makamına gönderildiğinin
idrakinde olan kul yeniden kuruntu, vesvese eden şeytanın şerrinden sığınmak
zorunda kalır. Çünkü, vücud mahallinde Hakkın vücudu ile yaşadıklarının
idrakinde olmayanlar da vardır. Yani, o vesvese edici insan­ların göğüslerinde vesvese eder, buyurdu. Halbuki fena halinde vücud yoktur, binaenaleyh sâdırlarda vesvese de yoktur. Belki fena halinde eneiyet (benlik) vücudu ile bir nevi telvin (renk verme) zuhur eylerse, senden sana sığınırım, demek lâzımdır. Kendisine ait (Efal,Sıfat,Zat gibi) birşeyin olmadığının bilincinde iken, açık şuur halinde, vesvese, kuruntu olmaz, ama, bu bilinçten düşme olduğunda, şuur kapandığında, gaflet ve dalâlete düşüldüğünde, hemen geriye dönüş başlar.

İmdi fenadan evvel abdin vücudu ile şey­tanın da mevcud olduğu gibi fenadan sonra da
Hak Tealâ Hazretleri mabud (ibadet edilen) olunca abdin zuhuruyla şeytan
da zahir oldu. Vesvasi, ves­vese verenin ismidir.

Evvelki surede de olduğu gibi burada şeytandan diğer bazı esmaya sığınmayarak
Allah'a sığınılması, şeytanın, Rahman'a mukabil ve cemiyeti insaniye suretine
müstevli olan ve Allah isminden gayri cemi esma suretinde zahir olan bir şey
olduğu içindir. Şeytan, insanın kendisi dahil, her kılığa girer, Allah’tan gayri.

Bu beyandan Nebi Aleyhisselâm'ın «Beni gören, tahkikte beni görmüştür,
Çünkü şeytan benim suretimle temessül edemez» sözü­nün manâsı anlaşılır.

Hannas, çok rücû eden demektir. Şeytan ancak gaflet
zamanın­da vesvese eder. Kul, gafletinden uyanıp Allah'ı zikr edince şeytan
rücû eder, geri döner, yok olur. Anıldığında, Allah var olur ve O’nunla
birlikte hiçbir varlığa yer yoktur!

Şeytanlardan vesvese edenler iki cinstir. Birisi cinnî,
meselâ vehim-kuruntu gibi beş duyumuz ile görülmeyen, algılanmayan, diğeri
insana benzeyen veya eşidi olan kimseler gibi insî ve his-beş duyu ile
görülenlerdir.

Binaenaleyh bunlardan sığınma ancak Allah'a sığınmakla
tamam olabilir. Hıfz edici Allah'dır. Nas suresi tamamdır.


Sonuç :

Her iki surenin genel ve ayetlerinin tek tek özel anlam ve te’vilinden bir ve tek sonuç
çıkabilir, mesaj şudur:

Kendi kendinize adam olduğunuzu düşünmek, hareketler benim, fail ben; isim ve sıfatlar benim,
mevsuf ben; ve zat benim, kişiliğim ve vücud benim, mevcut olan ben demek
yerine; siz bir abide, benim abidem, Abd-i Hu, olduğunuzu düşünüp Adem olunuz, teslim olunuz, yokluğunuzu kabul edip varlığımla var, vücudumla mevcut, ilmimle alim, nefsimle ayakta, hayatımla hayatta, benimle bende, benimle birlikte, benim ef’al, sıfat ve zatımın zahiri
olduğunuzu idrak ederek yüceliniz !

Kısaca, fıtratınızı gerçekleştirin, siz ne olabilecekseniz olun, ama, Abd’im olarak
yapın ne yapıyorsanız! (zaten öyle, idrak edin!) Peki-Evet diyenler,
sözle-kavlen derse “beli” demiş olur. Bu da bizi Ahd-ü Misaka götürür !

Sevgili arkadaşlarım, buraya kadar, Bakara 256, “dinde zorlama yoktur” ayetinin
açıklamasında geçen şu deyimden etkilenerek düşündüm: “sabah güneş doğduğunda
göz nasıl görürse din de öyledir”.

“Anlayana, sivri sinek saz” misali, her toplumda mesajı alabilecek ve anlayabilecek aklın ve
akıllı insanın yetiştirilmesi amacıyla çok çaba sarf edilir, gayret gösterilir.
Bu amaçla dernekler de kurulmuştur, burada olduğu gibi uzun süredir toplanan
gruplar da oluşturulmuştur. Bu mesaj size gelmiştir, size bu mesaj böylece de
gelmiştir. Sevilmiş de olmuşsunuz, önem verilmişsiniz ki mesaj gönderilmiş,
anılmışsınız.

Ayet der ki :
“anıldığınız gibi anın!, zikrolunduğunuz gibi zikredin!”

İyi ki varsınız, buradasınız. Sevgi içinde, seven kalınız
(zaten seviliyorsunuz).

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder