Sistem yaklaşımı açısından, her sistem bir üst sistemin alt sistemidir. Her
sistemin kendine özgü birçok alt sistemi vardır. Her insan da ilmî açıdan bir
açık sistemdir. Çevresinden yiyecek, içecek ve bilgi gibi çeşitli girdiler
alır, bu girdileri kendi alt sistemlerinde sindirip, özümleyip çevresine emek
ve düşünce gibi çıktılar verir. İnsan çevresinin, evrenin, cüz olarak kül’ün,
kendi bedeninin bir hücresi, mevcudun bir vücudu gibi, bütünün bir parçasıdır.
Günlük yaşam kaosunda öyle anlar gelir ki, insanın, nereden gelip nereye
gittiğini bulmak için, oturup düşünmesi gerekir. Bir nehir gibi akan yaşama
uyum sağlama çabasında iken, ben diyen, benliğini, varlığını, var olduğunu,
çevreye karşı ayakta dimdik durduğunu ispat için, bazen, eylem, kimlik ve
kişiliğimizin kendimize ait olduğunu iddia ederiz. Dünyevi yaşam için bu durum
her ne kadar doğru ise de, uhrevi âlem ve sistem yaklaşımı açısından böyle bir
iddiada bulunmak zordur.
Önce bilimsel açıdan bakarsak, hemen ilk anda düşünebiliriz ki, o anda her
ne yapıyorsak büyük bir sistemin içinde küçük bir uğraşıdır bu. Örneğin, araba
kullanırken ne yaptığımızı düşünmeye başlarsak o anda hiç bir şekilde yeterince
değiştiremeyeceğimiz ve hatta etkileyemeyeceğimiz bir trafik sisteminin
içindeyizdir. Buna, sağlık, haberleşme gibi çok çeşitli toplumsal ve küresel
sistemleri de hemen ekleyebiliriz. Eğer mevsimsel bir durum da söz konusu ise,
güneş sistemi dahi aklımıza gelebilir, o an, üşüyor olacağımıza terliyor da
olabilirdik. Kısaca, en azından kısa vadede, yapabileceğimiz, pek bir şey dense
de, hiç bir şey yoktur.
Aynı düşüncelerimizi dinsel açıdan ele alırsak sonuç yine aynı olurdu. En
yüksek sesle ben dediğiniz, benlik güttüğünüz, bencil davrandığınız, kendinizle
gurur duyduğunuz veya böbürlenip üstün gördüğünüz bir anda bazı kutsal mesajlar
kendinizi bulmaya ve bilmeye yardımcı olabilir. Örneğin, Bakara 255, “herkes
O’nun vücuduyla mevcut; hayatıyla hay, yani diri; fiili ile fail, yani kuvvet
ve kudretiyle iş yapan, işleyen, eden, eyleyen; ilmi ile âlim, bilge, bilen;
nefsi ile kaim, yerini alan, hayatta ve ayaktadır”. Kısaca, bir anlık bir idrak
için dahi olsa, aslında, pek dense de, hiç yoksundur.
Her iki açıdan da, her seferinde, adeta ilâhi bir düzen anlamına gelen kaos
içinde, insan, bencillik ettiği anlarda, aşağıya bakıp kendini gören, büyük
gören iken, yukarıya baktığında, ya, büyük sistemleri düşünüp acizliğini anlar,
ya da, kendini bilerek göremediğinde, O görünür, hiçliğini idrak eder.
Burada açıklanmaya çalışılan esas ve öz “o an” dediğimiz zamanın iki yanı,
yani, biraz öncesi ve biraz sonrasındaki hâlimizdir. Biraz öncesinde tam bir
“gaflet” içinde ve biraz sonrasında ise “uyanık” halde olduğumuz düşünülebilir.
Gaflet, doğru bildiğimizin esasında yanlış olduğunu anladığımız ruh halimizi
ortaya çıkarır. Gaflet uykusu deyimi de içinde bulunduğumuz halin bir çeşit
bilinçsizlik anlamında uyuduğumuzu, durumu doğru kavrayamadığımızı açıklar.
Toplumda bir birey ne ise, insan bedeninde bir hücre de odur denebilir.
Dinsel ve bilimsel açıdan, felsefî öğretilerin idraki içinde olduğumuz anlarda
bu “gerçek” ile yüzleşebilir ve bu durumu kolayca kabul edebiliriz. Ancak, bir
iş yapma sürecinde, fonksiyonumuzu yerine getirirken, misyonumuzu
gerçekleştirirken, bir birey olarak hareket ederken, bireysel amaç ve araçlara
kendimizi kaptırırız. Tavşana kaç tazıya da tut diyenin aynı olduğunu bilsek
de, kaçma veya kovalama içinde iken yapılması gerekeni kendimizi ortaya koyarak
yaparız. Önemli olan, hücre veya birey olarak işlerken bile “gerçek”in
idrakinde olmak veya olmamaktır. İdrak içindeyken irademiz yoktur, gaflet
içindeyken ise irade, her şey gibi, bize aittir. Hücre, bedenden ayrı bir
varlık olarak, varsa biz de varız, gaflet de!
Siz gaflet
uykusundan kalkıp hakiki münâcât (dua etm., yalvarma) ve huzur ve
Hak’ka teveccüh namazını kılmak istediğiniz zaman :
- Yüzlerinizi yıkayınız,
yani, kalplerinizi ilim suyu ile nefis sıfatları pisliğinden
temizleyiniz,
- Ellerinizi, yani kuvvet
ve kudretinizi şehvet ve maddeden arındırın,
- Dirseklere kadar, yani
yararlı şeyler yapma derecesine kadar, ve
- Ruhunuza dönün, dünya muhabbetinden geçin,
ruhun nuru ile kalbin kederlenme tozunu silin,
- Başınızı, hidayet
nuru ile cilalayın kalbin ruha dönük yüzü, âli yönünü, yani, başınızı, hidayet nuru (ilmi) ile
cilalayın,
- Ayaklarınızı yıkayın :
kalbin nefse dönük ikinci yüzünü, yani, ayaklarınızı yıkayın, yani, doğal bedensel güçlerinizi lezzet
ve şehvet düşkünlüğünden arındırın, ta ki kalbiniz geri dönüş (rücu)
huzurunu duyuncaya kadar. Lezzet ve şehvet dalgınlıkları zaten itidale
(orta, ölçülü) yakın olanlar sadece silebilir, mesh eder.
- Boy abdesti : yukarıdan
tamamen aşağıya dönmüş iseniz, ulvi yerine tamamen nefse dönükseniz külliyetinizle, bütününüzle temizlenin. Böylece, fenadan sonra beka zamanında
istikamet ve adalet hakkıyla kıyam sebebiyle kemal nimetine şükür
edersiniz. Münacatınızda ne
söylediğinizi bilinceye kadar namaza yanaşmayınız ki, kalbiniz dünya
işgaliyle ve vesvesesiyle meşgul olup gafil olmayasınız. Ve cünub, yani
nefse ve nefsin lezzet ve şehavat ve huzuzuna şiddetle meyl, can ve
gönülden meyl sebebiyle Hak’tan uzak olduğunuz halde namaza yanaşmayınız.
Ancak, sağlıklı ve sağlam bir bedene sahip olacak kadar, ihtiyaç kadar
nasiplenin. Tövbe ve istiğfar suyuyla yıkanıp temizlenin. (5.6)
Namaz inananın miracı olduğuna göre, sizin kıyametiniz
koparcasına kıyama durun. Kıyamet, “kıyam et” olabilir. Ellerinizi
kulaklarınıza götürerek, Allahü ekber deyip dünyayı gerinize attığınız zaman,
bilin ve bilincinde olun ki o geriye attığınız dünyanın üstünde “ben” dediğiniz
de vardı ve gitti! Peki namazı kim kılacak diyorsanız Adem kelimesinin üzerinde
de durulabilir.
Âdem, Vücûdda o Vahid-i Mutlak'ın gayrı bir şey ve O'ndan başka mevcûd yokdur ki,
ibâdet olunsun, imdi ona şirk etmeniz, nasıl mümkün olabilir. O'nun gayrı, sırf ademdir, yoklukdur,
bu sebebden şirk, ancak O'na cahil
olmakdan neşet eder, kaynaklanır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder